Kahve 1000 yılı civarında Afrika’da besleyici ve tok tutucu özelliğinden dolayı öğütülerek ekmek yapımında kullanılan bir madde idi.
Keyif verici özelliğinin keşfedilmesi bundan birkaç asır sonradır
Rivayete göre Etiyopya’da kaudi adlı bir çoban gütmek de olduğu keçilerinin bazı geceler çok hareketli olduklarını uyuyamadıklarını fark edince bunun sebebini anlamak için kafa yormaya başlamış işin içinden çıkamayınca konuyu bölgenin tanınmış bilgilerinden birisini açmış. Bilge kişi hayvanlardaki değişikliğin yedikleri otlarla ilgili olabileceğini belirtmiş otların üzerinde yapılan inceleme neticesinde keçileri bu duruma düşüren yaprakların kahveye ait olduğu tespit etmişler. Çobanın görüştüğü kişinin Şazeliyye tarikatı şeyhi olduğunu belirten rivayete göre kahve Şazili ve müritleri için vazgeçilmez bir tutku olmuş; ayıltıcı etkisinden dolayı geceleri daha çok ibadet etmek amacıyla sufiler kahveyi bolca tüketmeye başlamışlar.
Nihayet 13 yüzyılın ortalarında şeyh Şazeli’nin müritleri ile birlikte hacca gitmek istediği geminin aniden çıkan fırtınanın etkisiyle yön değiştirip Cidde yerine Yemen iskelesinde durması üzerine kahve alışkanlığı buraya gelmiş oldu.
15 yüzyıl ortalarında Yemen kahve ağaçları ile kaplandı. Yavuz Sultan Selim 1512- 1520 komutasındaki Türk ordularının Memluklular’ı yenip Yemeni de ele geçirmesi üzerine Osmanlılar kahveyi tanıdılar.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1520- 1566 Osmanlıların Kızıldeniz’in iki yakasına hakim olmaları üzerine Yemen ile Habeşistan’ın sahil kesimlerindeki ambarlar ‘da limanlarda bulunan onlarca kahve Müslüman tacirler eliyle İstanbul’a nakledildi .
İstanbul 1530 ların ortalarından itibaren kahvenin geniş kitlelerde tüketildiği bir merkez haline geldi.
16 yüzyılın sonlarında kahve Anadolu’nun en ücra köylerinde bile içiliyordu.
Kahvenin Avrupa’ya tanıtılması ve taşınması da Türkler aracılığı ile oldu . Avrupalılar kahveyi İstanbul ile diğer şehirlere giden diplomat ve seyyahların yazılarından tanıdılar.
1669 da Paris’e gönderilen Süleyman Ağa’nın kendi eliyle yaptığı kahve Kral XIV.Louis’in1610- 1643 ailesi de dahil olmak üzere Paris sosyetesine büyülemişti.
Avrupalılar kahvenin buradaki serüvenini Müslümanların batıdaki ilerleyişinin son noktası olarak bilinen 1683 yılındaki Viyana bozgunu sırasında yaşanan bir hadiseye dayandırırlar.
Kuşatmadan mağlup ayrılan Türk ordusu geri dönerken savaş meydanında bir hayli erzak bırakmıştı. Bunların içerisinde çuvallara doldurulmuş 250 kilogram kahve bulunuyordu. Avusturyalı askerler bunları deve yemi zannederek Tuna nehrine dökmek istemişlerdi. Belirtilen savaşın en önemli kahramanlarından Polonya asıllı Kolschitsky, durumu son anda fark ederek çuvallara el koydu.
Daha önce İstanbul’da bulunduğu ve kahve işlettiği için bu maddeyi tanıyan Kolschitsky bir kahvehane açıp yıllarca bunu pazarladı. Bu arada Viyana’lı bir fırıncının da yine kuşatma sırasında Türklerden öğrenerek imal ettiğim ay çöreğinin eşlik etmesi ile beraber kahvenin şöhreti günden güne arttı.
Osmanlıların kahve içmeyi kendilerine özgü damak tadıyla sentezlemesi Türk kahvesi kimliğini ortaya çıkarmıştır.
Türk kahvesinin çekiciliği tozun kavrulma derecesi pişirilen suyun özelliği ateşin cinsi, pişirme süresi ve cezvenin hangi metalden imal edildiği belirlemiştir .
Geleneksel Türk kahvesinin hazırlanmasında sudan başka bir madde kullanılmaz yani sadedir. Bununla birlikte ağzı tatlandırıcı olarak yanında bir parça lokum ile küçük bir bardak içerisinde su ikram edilirdi.
Türk kahvesinin diğer hususiyetleri telveli ve köpüklü oluşudur. Telve içeceği asıl tadını veren madde olduğu gibi köpük de soğumasını ve kokusunun kaçmasını önleyen kapak vazifesi görürdü.
Kahvenin höpürdetilerek içilmesi ayıp sayılmaz, tersine sevimli bulunurdu. Zira içenin memnuniyetini ve keyfini yansıtan bu ses kahvenin mükemmelliğini gösterirdi.
18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerek Avrupalılar gerekse Osmanlılar nezdinde Brezilya kahvesi göz doldurmaya başlamış, ancak hazırlama yöntemi bakımından “Türk Kahvesi” değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Türk kültürünün Avrupa’ya kazandırdığı en önemli şey belki de budur. Nitekim 1835 yılında İstanbul’da bulunan İngiliz leydisi Pardoe’nin, sıcak ve koyu Türk kahvesini taktıktan sonra, yaklaşık 2 asırdır kullanmalarına rağmen, Avrupalıların kahve pişirmeyi öğrenememelerinin çok acıklı olduğunu belirtmesi bu gerçeğin apaçık itirafıdır.
Kahve bazı biyolojik ihtiyaçları karşılayan ve anlık lezzet yaşatan sıradan bir içecek olmayıp, toplumsal kültürel ve simgesel anlamlar içeren bir madde idi. Kahve her şeyden önce bir keyif vericiydi. Batılı seyyahlar bu keyfin, kahve içenin bağdaş kurarak gözünü bir noktaya dikip hayal veya tefekküre dalması şeklinde tarif etmişler; Avrupa’da olduğu gibi eğlenme savurganlık ve lüks tüketim anlayışına benzemediğini vurgulamışlardır.
“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane
Gönül sohbet ister kahve bahane”
sözünün de ifade ettiği üzere kahve ortak paylaşımda bulunmak isteyenler için bir araç olarak algılanmıştır.
Not: Kahve konusunda Sabri Koz-Kemalettin Kuzucu(2013)